Yeni Türkiye, Yeni Mısır'la İsrail'i "Kontrol" Edebilir

Mübarek, Şaron’un bölge için belirlediği stratejiye uygun düşen, güçlü bir adamdı. Ancak, hiç kimsenin öngörmediği biçimde, halk tarafından devrildi. Yinon’un “böl ve yönet” stratejisi ise halk devrimiyle birlikte boşa çıkmış oldu. Gerçekten de geçmişle “kesin bir kopuş” söz konusu; ancak bu, Richard Perle’nin öngördüğü türde bir kopuş sayılmaz. Perle’nin planı şu şekilde yeniden ifade edilebilir: Mısır ve Türkiye, Suriye ve Lübnan’la işbirliği içinde, İsrail’i zayıflatarak, çevreleyerek ve hatta gerileterek, stratejilerini şekillendirebilir. Arap dünyasında hâlihazırda süregelen ayaklanmalar, Oded Yinon’un “mezhepsel çatışma senaryosu”na uygun düşmüyor. Bahreyn’de patlak veren Şii isyanı bile, Sünni-Şii düşmanlığından ziyade, zamanında İngilizlerin dayattığı baskıcı-sömürgeci monarşiyle ilgili görünüyor. İsrailli fanatikleri korkutan ise, yeni Mısır’ın yeni Türkiye’yle işbirliği içinde, İsrail’i bölge imparatorluğu haline getirmeyi amaçlayan Şaron/Yinon stratejisini mahvetmesi… Bu durumda, İsrail, acımasız bir kabadayı değil, sorumluluk sahibi bir ortak olarak uluslararası topluma dahil olmak zorunda kalacaktır.

Mısır’daki devrim büyük ölçüde iç meselelerle (fakirlik, yolsuzluk, baskı) ilintili olsa da, ilk aşamada uluslararası etkileri oldu. Mısır’ın daha önceleri bölgede dosta düşmana bu denli büyük ve önemli göründüğü olmamıştı. Şu anda 22 Arap Birliği ülkesinden en az 13’ü, ayaklanmadan etkilenmiş bulunuyor: Cezayir, Bahreyn, Cibuti, Mısır, Irak, Ürdün, Libya, Moritanya, Fas, Sudan, Suriye, Tunus ve Yemen.

Ancak, Mısır’da olanların İsrail üzerindeki etkisi de son derece ağır oldu. Bugüne kadar İsrail karşısında iddialı bir tavır koyan, demokratik bir komşu olmadı. Bu konudaki tek istisna ise, Türkiye…

ABD, 1949 yılında kurulmuş olan NATO üzerindeki son rötuşları yaparken, Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştu (Mart 1949’da tanımıştı; bir yıl sonra da İran tanıdı). Türk ordusunun dikkatli bakışları altında, Türkiye ve İsrail, Soğuk Savaş süresince yakın diplomatik, ekonomik ve askeri ilişkiler yürütmüştü.

Bu konudaki ilk sorun işareti ise, Türkiye’nin 1987 yılında Filistinlilere yönelik İsrail zulmünü kınamasıydı; ancak AKP 2002 yılında iktidara gelene dek güçlü bir eleştirel ses işitilmedi. Türkiye, 2004 yılında Şeyh Ahmed Yasin’in İsrail eliyle öldürülmesini bir “terör eylemi”, İsrail’in Gazze Şeridi'ndeki politikasını da “devlet terörü” olarak nitelendirerek kınadı.

Suudilerin ABD-İsrail hegemonyası karşısındaki uysallığı anlaşılabilir; çünkü Suudi monarşisi, elindeki petrol karşılığında ABD dolarına mutlak bir bağımlılık içinde. ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın Business Week’e söylediği gibi, Suudi Arabistan’ın 1973 yılında İsrail ile savaşı sırasında Mısır’a destek olarak ABD’ye petrol ambargosu uygulamasının ardından, bundan sonra benzeri bir davranış, “Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelere karşı kitlesel düzeyde siyasi bir savaşa neden olur ve bu ülkeler işbirliğinde bulunmamaları halinde siyasi istikrar ve güvenlikleri riske girer.”

Kissinger’ın boşa konuşmadığı aşikardı. Mısırlılara ve Filistinlilere yardım etmek için her şeyi riske atan Kral Faysal, kısa bir süre sonra suikasta uğradı ve onun ABD’ye meydan okuması, Suudilerden gelen son çatlak ses oldu. Keza, Mısır da daha sonra İsrail ile barış yaptı. Türkiye’nin İsrail’e karşı direnişi giderek sertleşirken, İsrail de Mısır lideri Hüsnü Mübarek’in uysal tutumunda rahatlık bulmaya devam etti; ancak iki düşman arasında “soğuk bir barış ortamı” hakimdi.

Evet, iki düşmandı onlar… Son 30 yıldır resmi düzeyde sürdürdükleri ilişkilere ve iki ülke liderlerinin verdikleri sıcak pozlara karşın, 2006 yılında Mısır hükümetinin düzenlediği bir anketin sonuçlarına göre, halkın %92’si İsrail’i "düşman" olarak görmeyi sürdürüyordu. Belki Mübarek de İsrail ile iyi ilişkiler yürütmekten memnun değildi; fakat İsrail’den sonra en büyük Amerikan yardımından yararlanan bir ülkenin lideri olarak Washington’un isteklerine boyun eğmek zorundaydı.

Halihazırda İsrail’in askeri stratejisi, 1980’lerin başlarında Mısır’ın askeri bir tehdit olmaktan çıkarılmasının ardından devreye girdi. Bu konuda isminin anılması gereken iki kişi var: Ariel Şaron, 1981 yılında Lübnan’ı işgal etmeden kısa süre önce, İsrail’in artık etki alanını tüm bölgeye, “Türkiye, İran, Pakistan gibi bölgeleri, Basra Körfezi ve Afrika’yı, bilhassa da Kuzey ve Orta Afrika’yı kapsayacak şekilde” yaymaya çalıştığını açıklamıştı. Bundan böyle, İsrail’in “bölgesel süper güç” yaklaşımı, “Şaron Doktrini” olarak anılmaya başlandı.

Şaron’un 1982 Lübnan işgalini, “doğrudan işgal ve yerel elitlerle (Lübnan’daki Hıristiyanlar) işbirliği”ne dayanan geleneksel emperyalizm stratejisi izledi. Ancak, ipleri elinde tutma üzerine kurulu bu “güçlü adam politikası”, zamanla cazibesini yitirdi. Lübnan’da ise işe yaramadı. Güçlü adamın, efendisi aleyhine dönmesi veya devrilmesi riski her zaman mevcuttu.

İsrail’in bölgesel hegemona dönüşmesini amaçlayan yeni oyun planının daha aşırı bir versiyonu ise, Oded Yinon’un (İsrail Dışişleri eski görevlisi – Editör Notu) hazırladığı “İsrail için 1980’ler Stratejisi” adıyla bilinen stratejiydi. Yinon, tıpkı ABD’nin Orta Amerika’da yaptığı gibi, demokrasi getirme bahanesiyle zayıf-bağımlı devletçikler yaratmak için "böl ve yönet" stratejisi öneriyordu ve bu yüzden de adı “nifak tohumu ekicisi”ne çıkmıştı. Bu devletçikler kendi aralarında savaşacaklardı; durum kötüleşirse ve ortaya popülist bir lider çıkarsa, kolayca sabote edilecekti. Buna da “Salvador seçeneği” deniyordu. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, İsrail’in Yinon tarafından ortaya atılan politikasını, “bölgeyi, görünürde birbirleriyle uzlaşır gibi bir izlenim veren etnik ve mezhepsel devletlere bölme niyetiyle” açıklamıştı. “İşte, bu da yeni Orta Doğu’dur” diye de eklemişti.

Yinon, Osmanlı millet sistemi modelini kullanıyordu. Bu sistemde, farklı yasal mahkemeler, farklı dini cemaatleri idare ediyor; bunun içinde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi yasalarına başvuruyordu. Lübnan; Sünni, Alevi, Hıristiyan ve Dürzi devletlerine bölünürken, Irak ise Sünni, Kürt ve Şii devletlere ayrıştırılacaktı. Suudi krallığı ve Mısır da, mezhepler üzerinden bölündüğünde, bu durum İsrail’i tartışmasız bir “efendi” haline getirecekti.

“Bu topraklarda birlikte yaşama ve barış ruhunun tesis edilmesinin tek koşulu, Arapların şunu anlaması: Ürdün ve deniz arasında bir Yahudi yönetimi olmaz ise, Arapların mevcudiyeti ve güvenliği de tehlikeye girer” diyen Yinon, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ardından Britanya’nın Orta Doğu’da kurduğu mevcut devletlerin istikrarsız olduklarını ve her an ayaklanmaya yatkın, oldukça geniş azınlıklardan oluştuklarını gözlemlemişti. Tüm Körfez ülkeleri, “içinde sadece petrolün bulunduğu narin bir kumdan temel üzerine kurulmuştu.”

Yinon’un stratejisine atfen, Richard Perle de, 1996 yılında yayımladığı “Kesin bir Kopuş” (A Clean Break) adlı kitabında şöyle yazıyordu: “İsrail, stratejik ortamını, Türkiye ve Ürdün’le işbirliği içinde, Suriye’yi zayıflatarak, çevreleyerek ve hatta gerileterek biçimlendirebilir. Bu çapa, Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesine de odaklanabilir ve bu, İsrail açısından önemli bir stratejik hedef mahiyetinde olacaktır.

İsrail İç Güvenlik Bakanı Avi Dichter ise, 2003 yılında Irak’ın işgalinden kısa süre sonra şu ifadeleri kullanmıştı: “Irak’ı zayıflatmak ve onu tecrit etmek ile Mısır’ı zayıflatıp tecrit etmek arasında, önem açısından pek bir fark bulunmuyor. Mısır’ı zayıflatıp tecrit etmek diplomatik yöntemlerle gerçekleştirilirken, Irak’ın tam ve kapsamlı bir tecridini sağlamak için elden gelen her şey yapılıyor. Irak, askeri bir güç ve birleşik bir ülke olarak tarihe karıştı.”

2003 yılında ABD’nin Irak işgalinin arifesinde yazan Haaretz muhabiri Aluf Benn’e göre, Şaron ve destekçileri, “Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte, İsrail’in diğer düşmanlarının da –Arafat, Hasan Nasrallah, Beşar Esat, İran’daki Ayetullah ve belki de Kaddafi- devrileceğini, böylelikle bir domino etkisi yaratılacağını düşünüyorlardı.” İsrail, ABD’ye mevcut durumu göstererek ve onun lobi gücünden faydalanarak, kendisini Amerika’nın Orta Doğu planlarının merkezinde tutmayı sürdürecektir.

Irak’ın işgali, her zaman İran işgalinin bir girizgâhı gibi düşünüldü. İsrail’in mantığı şu şekildeydi: Irak artık işgal altında, istikrarsız durumda ve İran yanlısı Şii çoğunluk denetimi elde bulunduruyor. Bu durum da, İran’ın güçlenmesi anlamına geliyor. Bölgede geriye kalan İsrail-karşıtı rejimi yenmek için, sadece Şiilerden değil, aynı zamanda Arap dünyasının dört bir yanında ABD-İsrail politikalarına karşı çıkan Sunilerden de destek bulan İran’a karşı, benzeri bir savaş planının devreye sokulması gerekiyor. Ben Eliezer, karşısındaki kalabalığa şöyle söylemişti: “İran ve Irak, ikiz kardeş gibidirler.”

Her ne kadar Türkiye kaynaklı fırtına bulutları ufukta toplansa da, 25 Ocak 2011 tarihine kadar İsrail’in planı; yerel emperyal güç olarak vaktiyle Osmanlı Türklerinin işgal ettiği yeri almaktı. Arap ülkeleri, bölünmüş, zayıf ve bağımlı halde tutulacak; böylelikle İsrail’in petrole güvenli erişimi sağlanacaktı. İsrail tarzı bir barış, tüm bölgeye yayılacaktı.

Fakat, şimdilerde bu karmaşık ağ çözülüyor. Her ne kadar Mısır ordusuna 36 milyar dolar akıtılmış olsa da ve İsrail’le imzalanan barış antlaşmasından bu yana Mısır silahlı kuvvetleri “Amerikanlaştırılsa” da, Wikileaks’in ifşa ettiği yazışmalarda Amerikalı yetkililer, “Mısır ordusunun tavrının gericiliğinden” ve generallerin merkezi hükümetin gücünü daha da zayıflatacak türden değişikliklere ve ekonomik reformlara direndiklerinden yakınıyorlardı.

Mısır Savunma Bakanı Muhammed Tantawi, “Yabancı askeri finansmanı kullanma doğrultusundaki herhangi bir değişikliğe direnmiş; ordunun yeni ortaya çıkan güvenlik tehditlerine yanıt vermek üzere kendini dönüştürme sürecinde ona başlıca ayakbağı olmuştu.” Daha açık bir ifadeyle, Mısır’ın fiili devlet başkanı, ABD tarafından eleştirilmişti; çünkü Mısır’ın savunulmasını NATO’nun “asimetrik tehditlere” (yani: “terörle savaş”) karşı daha kapsamlı savaş konseptinin içine dahil edilmesine dayanan yeni ABD-İsrail stratejisini benimsemeyi reddetmiş; İsrail’i bölgedeki hegemon güç olarak kabul etmemişti.

Mübarek, Şaron’un bölge için belirlediği stratejiye uygun düşen, güçlü bir adamdı. Ancak, hiç kimsenin öngörmediği biçimde, halk tarafından devrildi. Yinon’un “böl ve yönet” stratejisi ise –Mısır söz konusu olduğunda, Müslümanları Kıptilere karşı kışkırtmak-, halk devrimiyle birlikte boşa çıkmış oldu.

Gerçekten de geçmişle “kesin bir kopuş” söz konusu; ancak bu, Perle’nin öngördüğü türde bir kopuş sayılmaz. Perle’nin planı şu şekilde yeniden ifade edilebilir: Mısır ve Türkiye, Suriye ve Lübnan’la işbirliği içinde, İsrail’i zayıflatarak, çevreleyerek ve hatta gerileterek, stratejilerini şekillendirebilir. Irak’ı gelecekte neyin beklediğini şimdiden kestirmek imkânsız; ancak gidişat, beklendiği şekilde olmayacak. Ve, şimdi İran rahat bir nefes alabilir.

Bir buçuk yıl önce, İsrail donanmasına ait bir denizaltı Süveyş kanalından geçmiş ve burada bir tatbikat gerçekleştirmişti. Böylelikle, İsrail ile Mısır arasındaki stratejik işbirliğini yansıtmış; İran’a caydırıcılık mesajı göndermişti. Mübarek’in devrilmesinden sadece bir hafta sonra, kanal, yeniden bir caydırıcılık mesajı vermek üzere kullanıldı; ancak bu kez mesaj İsrail’eydi. Keza, İranlı savaş gemileri, kanaldan geçerek Suriye limanlarına yönelmişti.

Arap dünyasında hâlihazırda süregelen ayaklanmalar, Yinon’un “mezhepsel çatışma senaryosu”na uygun düşmüyor. Bahreyn’de patlak veren Şii isyanı bile, Sünni-Şii düşmanlığından ziyade, zamanında Britanya’nın dayattığı baskıcı-sömürgeci monarşiyle ilgili görünüyor.

İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in İsraillilerin %85’inin onayladığı “barış anlaşmasına zarar vermesinden” korktuğunu ifade etti. Ancak, korkmasına gerek yok. Mısırlılar, İsrail’i hiç sevmeseler de, hiç kimse kendisinden daha güçlü ve acımasız olduğu açık olan bir komşuya yeniden savaş açmaya niyetli görünmüyor.

Likud Partisi yanlılarını gerçekten korkutan ise, yeni Mısır’ın yeni Türkiye’yle işbirliği içinde, İsrail’i bölge imparatorluğu haline getirmeyi amaçlayan Şaron/Yinon stratejisini mahvetmesi… Bu durumda, İsrail, acımasız bir kabadayı değil, sorumluluk sahibi bir ortak olarak uluslararası topluma dahil olmak zorunda kalacak.

Kaynak:
http://www.counterpunch.org/walberg02252011.html

Receive email notifications when new articles by Eric Walberg are posted.

Please enable the javascript to submit this form

Connect with Eric Walberg



Eric's latest book The Canada Israel Nexus is available here http://www.claritypress.com/WalbergIV.html

'Connect with Eric on Facebook or Twitter'

Canadian Eric Walberg is known worldwide as a journalist specializing in the Middle East, Central Asia and Russia. A graduate of University of Toronto and Cambridge in economics, he has been writing on East-West relations since the 1980s.

He has lived in both the Soviet Union and Russia, and then Uzbekistan, as a UN adviser, writer, translator and lecturer. Presently a writer for the foremost Cairo newspaper, Al Ahram, he is also a regular contributor to Counterpunch, Dissident Voice, Global Research, Al-Jazeerah and Turkish Weekly, and is a commentator on Voice of the Cape radio.

Purchase Eric Walberg's Books



Eric's latest book The Canada Israel Nexus is available here http://www.claritypress.com/WalbergIV.html